Kuyulara gömülen adalet: Dargeçit
Günaydın memur bey
Uzun zamandır hasretim
Hem güneşten, hem tenimden, nefesimden
Mahrumum hepsinden
Dünya seyretti ben giderken
Erimiş cesedim ne fayda
Islak yağmuru emdim de
Kurtlara yem oldum
Dünyam şu naylon torbalarda…
Sakin grubundan Onur Özdemir’in ‘Kurtlu Kuyu’ ismiyle yazıp bestelediği, daha sonra Sezen Aksu’nun sözlerini değiştirerek ‘Günaydın Memur Bey’ olarak seslendirdiği bu şarkının kim için yazıldığını bilen var mı? 1995 yılının 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda Dargeçit’teki evinden 4’ü çocuk 6 akrabasıyla birlikte jandarma tarafından gözaltına alınan ve kendisinden bir daha haber alınamayan 13 yaşındaki Seyhan Doğan için yazıldı bu sözler, hatırlayan olur mu?
Doğan’ın kemikleri 18 yıl sonra taşla doldurulup üzerine asit dökülmüş bir kuyuda bulundu. Dünya yıkılmadı onlar giderken, seyretmedi bile. Sadece kaybedilen 7 kişi değil, onları aramakla yaşamaya çalışan onlarca kişi de beraberinde cezalandırıldı. Hep bir belirsizlik, umut ve umutsuzlukla dipsiz bir kuyuda geçirdiler ömürlerini. Çocuklarının bir mezar taşı olmadığı ve onlarla vedalaşamadıkları için sağlıklı yas sürecini başlatamadılar. Kemik arama sürecinde kazı çalışmalarını izlediler, yetmedi, kuyulara girdiler, kendi elleriyle iğneyle kuyu kazarak çocuklarına ulaşmaya çalıştılar. Onlara yapılanların cezasız kalmaması için ömürlerini adadılar fakat ne yazık ki dava süreci de beraat ile sonuçlandı. Ailelerin ismiyle müsemma bu dar geçitteki adalet arayışı Hafıza Merkezi’nin girişimiyle belgesel filme dönüştü. “Dargeçit” belgeseli İHD’nin Kayıplar Haftası kapsamında Diyarbakır’da Çand Amed Kongre Merkezi’nde gösterildi.
Yönetmen Berke Baş ile film sürecini konuştuk.
Sizi “Bağlar” belgeselinden tanıyoruz. Öncelikle bilmeyenler için Berke Baş kimdir?
Ordu doğumluyum, İstanbul’da yaşıyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi okudum. Daha sonra üç yıl radyoculuk deneyimim oldu. Ardından arkadaşım ve şimdi ortağım olan Melis Birder’in peşinden New York’a giderek sinema ve belgesel okudum. Medya çalışmaları üzerine yüksek lisans yaptım. İlk belgesel çalışmamı da New York’ta Melis Birder’le “Brooklyn’i Geçmek” ismiyle yaptık.
Türkiye’ye dönünce bağımsız belgeseller çekmeye başladım. Gazeteci olan eşimin takip ettiği haberlerde ona yardımcı oluyordum. Onun çalıştığı transit göçmenlerle ilgili bir haber vardı. Bizim evimize göçmenlerle çalışan, onlara çevirmenlik yapan İranlı, Senegalli arkadaşlar geliyordu. Onlar beni Nijeryalı bir çiftin düğününe davet etti. Kurtuluş son durakta bir düğün salonunda düğün videosunu çekmek üzere gittim ve orada bambaşka bir dünyayla karşılaştım. Bunun üzerine İstanbul’dan Avrupa’ya göçmeye çalışanlarla “Transit” filmini yaptım.
Ordu’da Ermeni büyükannemi anlatan “Nahide’nin Türküsü” belgeselini yaptım. Ordu’nun uzun sahilinde bir aşağı bir yukarı yürüyen gençlerle “Bu gençlerin yaşamı nasıldır? Bu yürüyüşler nereye varıyor?” gibi basit bir soruyla yola çıkarak “Beton Park” filmini çektim.
Brooklyn’den Ordu’ya, İstanbul’a oradan Bağlar’a geçişiniz nasıl oldu? Filmin hikayesi nasıl başladı?
Diyarbakır’da 2010 yılında ‘taş atan çocuklar’ diye gündemde olan Terörle Mücadele Kanunu ile cezaevlerine konulan gençlerin durumu can alıcıydı. Biz Melis’le birlikte bu çocuklarla ilgili tıpkı “Beton Park”ta olduğu gibi ne yapabiliriz diye düşünürken o dönemde belediyede çalışan Bişar İçli, bize spor takımlarının şehir dışına götürüldüklerinde hakarete uğradıklarını ve soyunma odasından çıkmak istemediklerini anlatmıştı. Bütün bu bildiklerimiz kafamızda şekillendi. Bağlar Belediyesi’nin basketbol takımını takip eden bir belgesel çektik. 2016’da bitti. 2017’den itibaren de “Dargeçit” üzerine çalıştık.
‘TEK BAŞIMA CESARET EDEBİLECEĞİM BİR FİLM DEĞİLDİ’
“Dargeçit” belgeseli… 90’larda yaşanan bu olaydan haberdar mıydınız?
Cumartesi Anneleri’ni biliyordum. Zorla kaybedilme üzerine bilgim vardı. Anadolu Kültür’le birlikte yaptığımız Bak projesindeki iki proje, zorla kaybedilenler üzerineydi. O projelerde danışmanlık yapmıştım. Dargeçit olayını bilmiyordum. Hiçbir zaman yapmaya cesaretim olmadı. Çok ağır bir konu. Kimsenin bu konuya hazır olabileceğini tahmin etmiyorum. Fakat teklif Hafıza Merkezi’nden Enis Köstepen’den geldi. Hafıza Merkezi’nin yakın temasta olduğu ailelerin böyle bir talebi olmuştu. O da benim “Bağlar”daki deneyimim ve burada çalıştığımı bildiği için bana teklif etti. Arkada inanılmaz bir birikim, donanım ve bu konuya yıllarını vermiş insanların olduğu Hafıza Merkezi vardı. Onların güvencesi ve ailelerle kurdukları temasın gücüne dayanarak teklifi kabul ettim. Tanıdık bir yerden başlanacak bir filmdi. Hiçbir zaman tek başıma cesaret edebileceğim bir film değildi ama Hafıza Merkezi’nin bana güvenmesi, Enis’le yol arkadaşlığı bu filmin yavaş yavaş ortaya çıkmasına sebep oldu.
Konuya ilişkin daha önce de Veysi Altay’ın “Bîr” (Kuyu) adlı belgeseli var. Siz konunun adalet arayışı kısmını çektiniz. Çekerken zorlandığınız zamanlar oldu mu?
Kişisel olarak zorlanmamız olmadı ama çok dikkatli davranmak durumundaydık. Kontrol noktaları vardı. Biz kararlı bir biçimde ailelerle bir arada olmak istemedik. Çünkü kamerayla görünmeleri onlar için bir risk taşıyacaktı. Buna sebep olmak istemedik. Avukatların aracı aranmadığı için adliyelere onların aracıyla gidiyorduk. Şehirlerde açık havada çekim yapmamaya çalıştık. Bir nevi görünmez olmaya çalıştık. “Ne çekiyorsunuz, niye bu ailelerle birliktesiniz?” gibi sorular gelmesin diye bir nevi görünmez olmaya çalıştık.
‘EN BÜYÜK ZORLUK, MAHKEME SALONU GÖSTERMEDEN MAHKEME SÜRECİ ANLATMAKTI’
Adliyelerde duruşma salonunda çekim yapmanız da mümkün değildi. Salonu göstermeden içeriyi anlatan sahneler dikkat çekiciydi. Çünkü ailelerin tavrında, konuşmalarında bunu görebiliyoruz.
Adliyelerde çekim yasak, duruşma salonunda zaten mümkün değil. Bizim için en büyük zorluk, mahkeme salonu göstermeden bir mahkeme sürecini anlatmaktı. Çünkü alışık olduğumuz mahkeme filmleri hep salonun içinde geçiyor. Büyük dramalar hep orada. Büyük bir sahne orası aslında. Salona hep girdik, ailelerin tecrübesine, avukatların meseleye yaklaşım biçimine ve önemli anlara tanık olduk fakat bunların hiçbirini kaydedemedik. O adliye koridorlarında içilen çaylar sırasında parça parça içeride neler yaşandığına ilişkin durumu yansıtmaya çalıştık. Bütününü veremedik ama bir şekilde oranın etkisini göstermeye çalıştık. İnsanlar her mahkeme çıkışında kolay kolay oradan çıkamıyorlar. Bir şeyler yiyip içerken içeriyi konuştukları anlar can alıcı sahnelerdi. Karşı tarafın avukatlarının duyarsız tavırları onları çok yaralıyordu. Bir kayıp yakını “Bizi asılsız şey söylemekle, yalan söylemekle suçluyorlar” diye çok içerlemişti. Bu insanlar birebir tanık olmuşlar, kendileri o süreç içerisinde gözaltına alınmış, işkence görmüşler. Onların söylediği her şey karşı taraftan yalanlanıyor. O muameleye maruz kaldıklarını görmemiz bizi çok zorladı.
Ailelerle birlikte bu adliye sürecini yaşadınız. Onların zaman zaman yaşadıkları öfkeye, çaresizliğe, acıya ama buna rağmen dirençli duruşlarına tanık oldunuz. Bu durumda serin bir yerde kalmayı nasıl becerdiniz?
Bizim için en önemli şey Av. Erdal Kuzu’nun varlığıydı. Bu aileler birbirini zaten çok iyi tanıyorlar. Bizi de çok doğal bir biçimde aralarına kabul ettiler. Onların Erdal’la ilişkisi aynı filmde gördüğünüz gibi. Çay içiliyor, sohbet ediliyor, aralarında gülünüyor. Sürekli bir karanlık, boyun bükme yok. Bu insanlar çok kararlılar, çok inatçılar. Onların yılmadığı, yıkılmadığı bir noktada bizim de belgeselci olarak “ah vah” etme şansımız yok, öyle bir lüksümüz de yok. Yani onlar yaşadıkları şeyi bu kadar güçlü bir şekilde anlatabiliyorlar ve bu kadar kararlı bir biçimde dimdik bu mücadeleyi sürdürebiliyorlarsa bize düşen o saygıyı gösterip onların bu duygusunu yansıtabilmek olacaktı. O nedenle hep çok soğukkanlıydık ama ilişkiler de hep gördüğünüz gibiydi. Sohbet ediliyor, başka konulardan söz ediliyor. Av. Erdal Kuzu’nun onlarla çok samimi ve güzel bir ilişkisi var.
‘ARAMIZDAKİ MESAFEYİ GÖZLERİMİZLE GÖRDÜK’
Erdal Kuzu’nun filmde ailelerle kurduğu empati hatta daha öteye gidelim bir özdeşleşme söz konusu. “Onlar o dönem bunları yaşarken ben ne yapıyordum, neredeydim?” gibi cümleleri kurarken görüyoruz. O kadar çabadan sonra davanın cezasızlıkla sonuçlanmasında Erdal Kuzu’nun yıkımı nasıl oldu?
Gerçekten bu davadan umutluydu. Bence çok kişisel bir yerden, filmde de dediği bir yer var. Halkına karşı çok güçlü bir sorumluluk duygusuyla yaklaşıyor. Ben Erdal adına konuşamam ama onunla çok zaman geçirdiğimiz ve gözlemlediğimiz için söylüyorum. Filmdeki her an planlı programlı değildi. Herkesin kendini bıraktığı anlar da vardı. İki yerde kırılma oldu. İlki bu ailelere “Bu dava bir yere gitmeyecek, biz talep edelim ki zaman aşımıyla aklanmasınlar, biz adım atalım. Çünkü bu mahkeme bizi burada süründürecek, biz en azından bir tavır koyalım” dediği andı. Bu konuşması çok belirleyiciydi ve onu yapamadı. O dilekçeyi veremedi. Sonra tekrar gittiler ve ikinci kez tekrar bu konuşma oldu. Yani vazgeçmeyi teklif etti ama o adımı atamadı. Sonra artık aileler de bunu görünce karar duruşması olması için dilekçe vererek talepte bulundular. Diğeri de o karar anıydı. Hep bir acaba vardı, bir ihtimal vardı. Ve o bir ihtimal, ne kadar sıkı tutulan bir ihtimal. Bizi en çok yıkan bir belgeselci olarak o oldu. Yani biz de çok umutluyduk. Bu kadar gerçekten böyle bir inkar çıkamaz diye biz de inanamadık. O acaba’yı kaybetmek bizi çok üzdü.
Çok kilit bir cümle de kayıp yakınlarından Ahmet Akyön’ün dediği; “Aramızdaki mesafeyi gözlerimizle gördük”. O bizi çok etkiledi. Düşünün 27 yıldır bu insanlar bir umutla bir adım atmışlar ve karşı taraftan da o adımı bekliyorlar.
Sezen Aksu’nun ‘Günaydın Memur Bey’ şarkısı da dinleniyor filmde.
Enis bana şarkıyı daha önce dinletmişti. Seyhan’ın kemikleri bulunduktan sonra Sakin grubundan Onur Özdemir ‘Kurtlu Kuyu’ olarak şarkıyı bestelemiş. Seyhan’ın anısına acılanarak yazılmış ama faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş herkes için seslendirilmiş. Sezen Aksu sözlerini biraz değiştirerek yorumlamış. Filmde Erdal bu dava üzerine “Roman da yazılır, film de çekilir, şarkı da yapılır” deyince çok doğalında gelişen bir şey oldu. Şarkıyı açtık Erdal ve diğerleri o ortamda ilk kez dinledi o şarkıyı. Belki izleyici de en azından daha önce dinlemiş olsa bile Seyhan için yazıldığını fark edecektir.
Zaman aşımına ramak kalan benzer davalar var. Başka çalışmanız var mı, olacak mı? Çünkü bunları kayıt altına almak önemli.
Biz 2017’de bu çalışmaya başladığımızda yaptığımız araştırmada buna benzer 12 dava görülüyordu. Onların davalarına baktık ama aileler geri duruyorlardı. Biten davalar, istinafta bekleyen davalar vardı. Bu neredeyse en geç açılan davalardan biri. Bir kısmı 2009 da açılmıştı. Biz başladığımızda Lice davası tamamlandı. Cizre davasında 20 kayıp vardı. Üçüyle girdik. Cizre’nin arşivini toparladık, Lice’nin son aşamasını çektik. Hani devamı gelirse Lice’ye eğilmek istiyoruz. Lice ve Cizre davaları Tahir Elçi’nin de avukatı olduğu davalardı. Onun bu meseleler için yaptığı mücadeleyi tekrar gündeme getirmek istiyoruz ama onun biraz daha zamanı var, biraz arşiv çıkartmak için. Devam etmek istiyoruz ama bunun gibi olmaz. Bu biraz daha uzun solukluydu.
‘BU DAVANIN GÖRÜNÜR OLMASI İÇİN ÇALIŞACAĞIZ’
Gösterimlerle ilgili durum nedir?
Hafıza Merkezi ekip olarak hep yanımızda durup müdahil oldu ama aynı zamanda film açısından da bizi çok özgür bıraktı. Film gösterimlerinde de bunu gördük.
43’üncü İstanbul Film Festivali’nde 27 Nisan’da ilk açılışımız oldu. Sonra da Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali kabul etti. Cumartesi Anneleri ve İHD Kayıplar Haftası için çeşitli illerde filmi göstermek istedi. Diyarbakır, İstanbul, Hakkari, Batman’da gösterildi. İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi’nde gösterdik, Bilgi Üniversitesi’nde gösterilecek.
Çekerken Enis’e hep şunu söylüyordum. O aileler her seferinde o mahkemeye gidip direndiler. Ama mahkeme cezasızlık mührünü basarak kapıyı kapatıyor. O zaman nerede konuşacağız bu meseleyi? Film bir yolu, konuşmak öteki yolu. Ama bu aileler hiç yılmadan da anlatıyorlar. Bu filmler, bu yazılar, bu kitaplar hepsi bu literatürün bu hafızanın oluşması için birbirine eklemlenecek. Her koldan bu davanın duyulur, görünür olması için çalışacağız.
(KÜLTÜR SANAT SERVİSİ)